İstanbul’da soğuk ve ıslak bir Şubat gecesinin başlangıcı. Yoğun trafik. Giderek daha tıklım tıklım olan minibüste önde oturuyorum. Bir kaynaşma. “Tutun, düşüyor” diye bağıran bir kadın sesi… Yere yığılan bir genç kız. Kaldırıyorlar, boşaltılan bir koltuğa oturtuyorlar. Genç kız baygın. Bir kadın su içirmeye çalışıyor. Bir başkası başına su döküyor. Biri, ağzına kesme şeker sokma derdinde. Biri sürücüye bağırıyor “ Çabuk hastaneye”… Ben ona bakıyorum. Gencecik zavallı. Kendine geliyor. Simsiyah panik gözleri, kömür karası saçları, beyaz güzel mi, güzel yüzü… Bir hüzün çöküyor yüreğime. Genç kız bu ilgiden kaçar gibi kapıya atılıyor can havli ile. İnerken düşürdüğü zarfı çeviklikle alıp cebime koyuveriyorum . Ben de arkasından iniyorum. Minibüs gaza basıp gözden kayboluyor. Ben neden atladım kızın peşi sıra? Ama gönlüm elvermedi onu öylece yalnız bırakmaya. Daha çok da bir şey çekti beni ona. Merak mı ki bu acaba ? Şemsiyemi açıp kızın başına tutarak köşedeki cafeye yöneliyoruz. İkimiz de suskun. Nedense kız hiç itiraz etmiyor. Sanki uyuşmuş gibi, gözleri uzaklarda, daha doğrusu başka zamanda, boş ve dalgın. “iki kahve, iki de su lütfen” diyorum. Neden sonra kafasını yudumladığı kahvesinden kaldırıyor. Bardaktaki suyu içindeki yangını söndürmek istermişçesine bir dikişte içiyor. Bana “kimsin sen ?” der gibi bakıyor. “Ben Ahmet. Minibüste bayıldınız. Hatırlıyor musunuz? Siz aniden inince, bu yağmurda, karanlıkta sizi yalnız bırakmaya gönlüm elvermedi. Aramamı istediğiniz biri ya da götürmemi istediğiniz bir yer var mı ?” “Yok” anlamında başını iki yana sallıyor… “Yarın sevgililer günüydü.” diye lafa başlıyor. “Mehmet’ciğimi 6 ay önce uğurladım vatan görevine. Gitmeden bir hafta önce yapmıştık düğünümüzü. Ne güzel düğün olmuştu. “Vatan borcumu ödeyip geleceğim, sevgililer gününde yanında olacağım” dedi vedalaşırken. Daha yeni ekmek tutmaya başlayan ellerine tutuşturdular bir silah. Gönderdiler dağlara. Hain pusuda ateş açmış. Mehmet’ime kurşun sıkmış. Söz verdiği gibi yarın geliyor. Al bayrağa sarılı bedeni, sevgililer gününde. Sevgi ölür, aşk ölür, şehitler ölmez, vatan bölünmez dediler. Bilmiyorlar ki ben öldüm, kalbim bölündü. Şu karnımdaki yetim biçareye anlatsınlar baban ölmedi, şehitler ölmez.” Aniden telaşla çantasını karıştırmaya başlıyor. O anda aklıma geliyor, alıp cebime attığım zarf. Çıkarıp uzatıyorum. “Bunu mu arıyorsunuz ?” Derin bir nefes çekip içine, gözleri zarfa kilitlenmiş vaziyette devam ediyor. “Bu yazdığı son mektubu, az önce ulaştı elime. Minibüste okumaya başlamıştım ki…” Gözlerinden birkaç damla sessiz gözyaşı süzülüyor. “Lütfen siz okur musunuz ? “
“Benim biricik sevgilim, yarın göreve gidiyorum. İçimde tuhaf bir his var sanki geri dönmeyecekmişim gibi. Ama hüzün yok, tam tersi hasretlik bitecekmiş gibi bir huzur içindeyim. Burası İstanbul’dan farklı, başka bir dünya, kendimi ve içinde bulunduğum şu durumu sorgulamaya burada çok zamanım oldu. Yazdıklarım sana ve doğacak evladımıza vasiyetimdir: Artık kimin kiminle savaştığının bir anlamı yok. Savaşlar ulusların, halkların savaşı değil. “Sevgi” ile “Nefretin”, “Işıkla” “Karanlığın” savaşı. En ileri medeniyetlerin içine bile sızan karanlık iblisin nereden hangi anda çıkacağını kestirmek zor. Her an pusuda. Her an hain. Planlı bir cephe savaşı yok. Dostun düşmanın kim belli değil.
Bil ki senin ışığının parlaklığı arttıkça karanlık da o kadar kararacak. Çünkü ışık artıp karanlığı yarıp aydınlatmaya başladıkça, o can havli ile öne atılıp senin ışığını söndürmek için elindeki tüm kozları kullanacak. Önce kuzu kılığına girmiş kurt gibi numara yapacak, sonra bu kamuflajını da atmaktan çekinmeyecek. Şiddetini arttırıp, türlü türlü oyunlar oynayacak. Yüreğine vesvese, kafana karışıklık verip seni suçluluk, değersizlik, bağımlılık duygularına sürüklemeye çalışacak. Ve eğer içinde her hangi ufacık bir değersizlik duygusu taşıyorsan oradan yakalayıp damarlarına sızacak. Işık ve karanlığın savaşı Adem ile Havva’nın yaratılışından beri sürüyor. Ama belki de ilk kez ışık daha güçlü. Adem ve Havva’ya yılan kılığında görünüp de içlerine kuşku verip yasak elmayı yemeğe ikna ettiğinden bu yana, insanoğlu kendi özünden ve tanrısallığından uzaklaştı, cennetinden kovuldu. Kendinden şüphe etmeye, değersizlik duygularının bataklığında debelenmeye devam etti. Sadece kendi özünden, tanrısallığından, Yaradan’dan beslenmeyip sırtını yaslayacak başka sahte güvenceler , putlar aradı durdu.
Sen yanardağdan fışkıran lavların gücü kadar güçlüsün. Ama geldiğin yerdeki bitmek tükenmez enerjini ve merkezin ile bağını unuttukça, tüm yaşam enerjin önce dışarıda kuru bir kabukla kaplanıp yavaş yavaş kuruyup gidecek.
Korkma artık.
Kendin ol, saklama o değerli, biricikliğini. Kendin olma cesareti gösterdikçe sana özel ışığın parıldayıp etrafını aydınlatacak. Ve göreceksin ki korkacak hiçbir şey yok. Çünkü sen ışığınla yürüdükçe karanlığı yarıp geçeceksin her seferinde.
Her ne koşulda olursa olsun kendine olan saygını yitirme, kendi değerini bil. Hak ettiğin değerin gösterilmediği yerde güvensizliklerin yüzünden kalma.
Savaşma.
Bil ki bir domuzla çamur güreşine giren her zaman kirlenir ama domuz bu dövüşten zevk alır. İşte biz de şu anda bu domuz çukurundayız. Ben çamura bulandım ama sen bulanma.
Işık karanlıktan, sevgi nefretten üstündür...
Sevgiyle gözlerinden, dudaklarından öpüyorum.
Mehmet’in”
Yazan : Ahsen Küçükçalık / 13.02.2018 Afrin'de hayatını kaybeden şehitlerimizin anısına saygıyla.
Fotoğraf: Pixabay